17 Nisan 2012 Salı
doğum
Sen doğmanın ne olduğunu bilmiyordun. Tüm bildiğin rahmin gittikçe sıkışıp, rahatsızlaştığı idi.
Hala burası senin için yaşanılan tek yerdi. Başka bir yerde var olabileceğini hayal bile etmemiştin ve şimdi dışarı doğru itilmekteydin. Hiç kimse sana gitmeye hazır olup olmadığını sormadı. Dışarı çıkmaya zorlanmış, gıda ve hava kordonun sonsuza kadar kesilmişti.
Doğmuş olmak bir parça ürkütücüydü. Ağladın. Eğer bunun hakkında düşünebilseydin muhtemelen ölmekte olduğunu sanacaktın. Bir bakıma haklı sayılırdın. Rahim içindeki hayat sona ermişti...
Fakat yaşamının yeni bir parçası başlıyordu.
Bedenini kullanmayı öğrenmen gerektiği kadar bir şahsiyet olarak da gelişmeye çalışmalıydın. Bir aklın vardı ve karar almakta sana yardımcı oluyordu. Aynı zamanda duygularınla coşuyordun. Kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman yalnızlık içinde ya da kızgın, kimi kez de telaşlıydın. Söylediklerin ve yaptıklarınla diğer insanları mutlu veya mutsuz kılabileceğini öğrendin. Ana-baba ve öğretmenlerinin neyi yapman gerektiği ve nasıl yapman gerektiği hakkında kendi fikirleri vardı.
Onların söyledikleri şekilde hareket etmek her zaman kolay değildi, fakat gelişmene yardımcı oluyordu. Çok iyi bir şey yaptığında içinde iyi bir duygunun yayıldığı dikkatini çekmeye başladı. Bu duygunun gelmesi, Yanlış bir şeyler yaptığında kendini mutsuz hissettin. İnsanları -özellikle kendini-, hayal kırıklığına uğratmışsın gibi hissettin.
Hatta iniş ve çıkışlarıyla bile bu yeni dünya heyecan vericiydi. Çabucak, rahim dünyan hakkındaki her şeyi unuttun. Bu yeni dünyayı başka herhangi bir yere değişmezdin. Fakat herkes göçmek zorundadır.
Bedenin sonsuza kadar kalıcı değildir, tıpkı bir araba gibi. Bedenine iyi bakarsan muhtemelen uzun bir zaman dayanıklı kalmasını sağlayabilirsin.
Bazen bir insan bedeninin tükenmesinden önce ölür!...
Ancak ölüm doğmuş olmak gibidir.
Bu yeni yolculuğun yolcusu ruhundur. Ruhunu bir ayak veya bir saç teli gibi elinde tutamazsın.
ruhun nasıl bir yaşama, nereye gider?
Doğmamış bir bebek kısa bir süre sonra doğacağı dünyayı nasıl gözünde canlandıramazsa
sende bu yeni yolculuğu bilemezsin..
Bu yeni dünyanın nerede ve nasıl olduğundan çok daha önemli bir şey vardır.
yalnız başına mı? ruhla amacımıza doğru çabalayarak yaşamaya devam edeceğiz.
asıl sor budur.
zira ölmeden ölmüş birisi için...
Hala burası senin için yaşanılan tek yerdi. Başka bir yerde var olabileceğini hayal bile etmemiştin ve şimdi dışarı doğru itilmekteydin. Hiç kimse sana gitmeye hazır olup olmadığını sormadı. Dışarı çıkmaya zorlanmış, gıda ve hava kordonun sonsuza kadar kesilmişti.
Doğmuş olmak bir parça ürkütücüydü. Ağladın. Eğer bunun hakkında düşünebilseydin muhtemelen ölmekte olduğunu sanacaktın. Bir bakıma haklı sayılırdın. Rahim içindeki hayat sona ermişti...
Fakat yaşamının yeni bir parçası başlıyordu.
Bedenini kullanmayı öğrenmen gerektiği kadar bir şahsiyet olarak da gelişmeye çalışmalıydın. Bir aklın vardı ve karar almakta sana yardımcı oluyordu. Aynı zamanda duygularınla coşuyordun. Kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman yalnızlık içinde ya da kızgın, kimi kez de telaşlıydın. Söylediklerin ve yaptıklarınla diğer insanları mutlu veya mutsuz kılabileceğini öğrendin. Ana-baba ve öğretmenlerinin neyi yapman gerektiği ve nasıl yapman gerektiği hakkında kendi fikirleri vardı.
Onların söyledikleri şekilde hareket etmek her zaman kolay değildi, fakat gelişmene yardımcı oluyordu. Çok iyi bir şey yaptığında içinde iyi bir duygunun yayıldığı dikkatini çekmeye başladı. Bu duygunun gelmesi, Yanlış bir şeyler yaptığında kendini mutsuz hissettin. İnsanları -özellikle kendini-, hayal kırıklığına uğratmışsın gibi hissettin.
Hatta iniş ve çıkışlarıyla bile bu yeni dünya heyecan vericiydi. Çabucak, rahim dünyan hakkındaki her şeyi unuttun. Bu yeni dünyayı başka herhangi bir yere değişmezdin. Fakat herkes göçmek zorundadır.
Bedenin sonsuza kadar kalıcı değildir, tıpkı bir araba gibi. Bedenine iyi bakarsan muhtemelen uzun bir zaman dayanıklı kalmasını sağlayabilirsin.
Bazen bir insan bedeninin tükenmesinden önce ölür!...
Ancak ölüm doğmuş olmak gibidir.
Bu yeni yolculuğun yolcusu ruhundur. Ruhunu bir ayak veya bir saç teli gibi elinde tutamazsın.
ruhun nasıl bir yaşama, nereye gider?
Doğmamış bir bebek kısa bir süre sonra doğacağı dünyayı nasıl gözünde canlandıramazsa
sende bu yeni yolculuğu bilemezsin..
Bu yeni dünyanın nerede ve nasıl olduğundan çok daha önemli bir şey vardır.
yalnız başına mı? ruhla amacımıza doğru çabalayarak yaşamaya devam edeceğiz.
asıl sor budur.
zira ölmeden ölmüş birisi için...
uçurtma..
Sen değilsinBenim içimi ısıtacak olan,Sen değilsinTek uyurken düşündüğüm,Sınırda dolaşırken o suya beni sokacakGene sen değilsin!Umutlarım boşa çıktı diye üzülmedim hiçRahat bir nefes aldım derinden kiHür olduğum için!Bende ki tek açık kapıdan giremediğin için…Huzurla açtım kapıyı sonuna kadar,Çünkü Sen çukura düştün dibini de hala göremedin.Çok büyütmüşüm bakışlarını, tenini zekanı!Artık bir basamak daha çıkabilirim rüzgarla birlikteArtık yeni oyunlar var hayatımda,Sonlarını bilmediğim bilmek istemediğim.Kendimi sevdim salağa yatarak,Havada dansetmemi sağladın sen,Uzun zaman dan sonra tekrar kendime dokunmamı sağladınZeki sandığım ama basit oyunlarmış senin oyunların,Mutluyum çok uzun zaman olmuştu böyle hissetmeyeliBir kez daha yenilemedim, görünmeyen bir ödül aldımÖdülü bir üst basamakta rüşvet olarak vereceğim,Sen olmasaydın yükselemezdim böyleBir tek bu işe yaradın biliyorsun değil mi?Şimdi ben varım benim tenim benim bakışlarım benim zekam.Kapıya bir TAŞ sıkıştırdımAdımımı attım merdivenlereBuz buharındaki yumuşaklığı hissetmek için...
Sen değilmişsin o yüzden; standby mode on :)me
bu yaptığım bencilliği affedecekmisin?
yolu sen öğrettin ama...
nasıl zevk alacağımı sen gösterdin
sonrada beni bitirdin, yalnız bıraktın,
unutturduktan sonra kendini,
ince parmaklarınla elledin yüreğimi
çok hazırlıksız çok yokken ben...
ağaçtan labirentlerin arasında koşarken
yağmurlar yağdırdın üstüme, üşüdüm çok
peşinden gelmeyi bırakamadım zamanlarca,
şimdi senden bir tane daha bulmuşken
kucağında saçımı okşatırken
bütün savunmam geçilmişken,
çek ellerini!
çek yüreğini,
demekki sende erkekmişsin...
sende öpüşmekten hoşlanırmışsın,
severmişsin boynundaki nefesi?
yastığına sarılır gibi sarılmayı özledin biliyorum,
hiç konuşmadan saatlerce dokunmayı özledin,
kafanın içindekileri gözlerinle anlatmayı anlaşılmayı özledin
beni sen büyüttün!
sen öğrettin bunları ama...
bencilliğide sen öğrettin!
şimdi bütün izinlerini kaldırdım,
yetki bende, ne nereye kadar..
ne kadar cesur içindeki erkek?
söz vermiyorum beklentilerin için
sadece görmek istiyorum
içindeki beni...
yolu sen öğrettin ama...
nasıl zevk alacağımı sen gösterdin
sonrada beni bitirdin, yalnız bıraktın,
unutturduktan sonra kendini,
ince parmaklarınla elledin yüreğimi
çok hazırlıksız çok yokken ben...
ağaçtan labirentlerin arasında koşarken
yağmurlar yağdırdın üstüme, üşüdüm çok
peşinden gelmeyi bırakamadım zamanlarca,
şimdi senden bir tane daha bulmuşken
kucağında saçımı okşatırken
bütün savunmam geçilmişken,
çek ellerini!
çek yüreğini,
demekki sende erkekmişsin...
sende öpüşmekten hoşlanırmışsın,
severmişsin boynundaki nefesi?
yastığına sarılır gibi sarılmayı özledin biliyorum,
hiç konuşmadan saatlerce dokunmayı özledin,
kafanın içindekileri gözlerinle anlatmayı anlaşılmayı özledin
beni sen büyüttün!
sen öğrettin bunları ama...
bencilliğide sen öğrettin!
şimdi bütün izinlerini kaldırdım,
yetki bende, ne nereye kadar..
ne kadar cesur içindeki erkek?
söz vermiyorum beklentilerin için
sadece görmek istiyorum
içindeki beni...
iki kelime
buraya nasıl geldim bilmiyorum, ama çıkışı görmek istemiyorum... çıplak ayaklarım asfalttaki suya basarken bu duvarla konuşmak istiyorum... daha hisli sanki daha süslü.. yağmurun sesi ritme uyuyor çok yüksekler beni sıkıştırıyor..
8 Nisan 2012 Pazar
Siyah beyaz
Kocaman tokaların takıldığı, kabarık saçlı kadınların
minnacık etekler giydiği o lokum tadında filmleri ilk o görmekten her zaman
ayrı bir haz duyardı. Biletler kesilir sonrada içeride elinde fenerlerle
biletleri kontrol edilirdi. Mendiller satılırdı…Özgür biletleri kontrol
etmekteydi, içerideki güzel kızları seyreder yakınlaşmaya çalışır ama o
dönemlerde bir kız annesi ya da bir yakını olmadan pek sinemaya gelemezdi.
Esmer kara kuru, 17 yaşında olmasına rağmen sigaradan koyulaşmış dişleriyle hep
gülümserdi bu güzel kızlara ama daha
hiç sevgilisi olmamıştı. Bu küçük il’in kendisini hep kısıtladığını hisseder
denizi olan, filmlerdeki kadınların yaşadığı şehirlere gitmek isterdi. 6 aydır
da bunun için sadece sigaraya para veriyor, neredeyse aç geziyordu. Yol parası,
bir kaç hafta büyük şehirde yaşayabilmek için parası olsa yeterdi ona. Orada
bir iş ayarlar bekli de bir sevgilisi de olurdu. Hayallerini hep sinemanın
makinistine anlatırdı; Makinist Ömer abi 60 yaş civarında hiç evlenmemiş,
alkolik bir hippiydi. Hep Özgüre nasihatlar verir, makinistliği öğretmeye
çalışırdı ama özgürün kanı kaynamaktaydı kızlar, mini etekler, deniz… hayalleri
vardı. Göçebe yaşayan bir ailenin en büyük oğluydu, bu küçük il de yerleşik
düzene geçmişlerdi ama bu şehri sevmiyordu. Bir gece babasıyla yaptığı para
kavgasında babası elindeki bütün paralayı alıp Özgürü dayaktan öldürmüştü.
Sokak kapısının önünde uyandı sabah üşümüş, açtı ama ondan daha çok 6 aydır
dişinden tırnağından arttırıp biriktirdiği parası gitmişti… Ellerini kafasına
koyup çaresizce oturdu birkaç saat sümbül ağacının dibinde, Düşündü… Şimdi
kalkacak işe gidecek bu olayın üstüne bir 6 ay daha geçecek para tamamlanmaya
yakın gene babası elinden parayı alıp bir de üstüne sopa atacaktı, annesi de
kısa boyuyla hacı yatmazlar gibi sallanıp “hımmm Özgür insan ailesinden para
saklar mı? “ diyip parmağını sallayacaktı. Bu filmin 40 yaşına geldiğinde de
bitmek bilmeyen o brezilya dizilerine benzeyeceği fikri onu çıldırtmıştı. Ayağa
kalkıp içeri girdi yüzünü yıkadı ve birkaç parça elbise alıp garaja gitti…
Cebinde hiç parası yoktu ama heyecanı vardı… Önünde kocaman İstanbul yazan
otobüs yerine park etmiş yolcularını beklemekteydi… Hemen kaptanın yanına
yaklaştı yaşlı gözlerle, Kaptana annesinin İstanbul da yaşadığını
hastalandığını babasının İstanbul’a gitmesine izin vermediği gibi demogojik bir
hikaye anlattı hıçkırıklar içinde. Kaptan sordu
-İstanbul’un hangi semtinde annen ?
- Hani turistlerin çok olduğu camilerin olduğu semt var ya orada annem… (bu semti hep filmlerde görüyordu cilalı ibo, Öztürk Serengil hep oradaki meydanlarda yabancı güzel kadınlara asılırlardı
- Sultanahmet mi?
- Evet orası, oraya gidicem.
- Meydanda seni bıraksam kendin bulabilir misin anneni?
- Evet abi bulurum, çok teşekkürler büyüksün kaptan abi…
Yaş 17, ortaokul 2 terk, 10 yaşından beri içilen sigaradan koyulaşmış dişler, sıska bir vücut ama kalbindeki heyecan ondan çok çok daha büyük… Kimseye hesap vermediği parasının elinden zorla alınmadığı güzel bir kadının şefkatli gözleriyle buluştuğu hayalleriyle taşı toprağı altın İstanbul’a gidiyordu artık… Artık her şey düzeliyordu. Sultanahmet meydanda indiğinde kaptan abisi cebine birkaç kuruş da sıkıştırmıştı. İnce detaylarına kadar dışarıdan camileri kahveleri çimenleri her yeri karış karış gezdi ezberledi. Aslında neşeliyken hayatı kötü değilken çok fırlama, esprili ve çalışkan bir çocuktu. O geceyi park da bir bankın üstünde huzurlu bir şekilde uyuyarak geçirdi. Sabah kendine bir simit alıp kahvelerin restaurantların olduğu kısımlara doğru ilerledi her yerde komi aranıyordu. Sakallı adamlarla dolu olan bir kahveye girdi, Hemen alındı işe yatacak ufak bir yerde verdiler sabahları çorba akşamları da yandaki lokantada kalan yemeklerden veriyorlardı keyfine diyecek yoktu...
-İstanbul’un hangi semtinde annen ?
- Hani turistlerin çok olduğu camilerin olduğu semt var ya orada annem… (bu semti hep filmlerde görüyordu cilalı ibo, Öztürk Serengil hep oradaki meydanlarda yabancı güzel kadınlara asılırlardı
- Sultanahmet mi?
- Evet orası, oraya gidicem.
- Meydanda seni bıraksam kendin bulabilir misin anneni?
- Evet abi bulurum, çok teşekkürler büyüksün kaptan abi…
Yaş 17, ortaokul 2 terk, 10 yaşından beri içilen sigaradan koyulaşmış dişler, sıska bir vücut ama kalbindeki heyecan ondan çok çok daha büyük… Kimseye hesap vermediği parasının elinden zorla alınmadığı güzel bir kadının şefkatli gözleriyle buluştuğu hayalleriyle taşı toprağı altın İstanbul’a gidiyordu artık… Artık her şey düzeliyordu. Sultanahmet meydanda indiğinde kaptan abisi cebine birkaç kuruş da sıkıştırmıştı. İnce detaylarına kadar dışarıdan camileri kahveleri çimenleri her yeri karış karış gezdi ezberledi. Aslında neşeliyken hayatı kötü değilken çok fırlama, esprili ve çalışkan bir çocuktu. O geceyi park da bir bankın üstünde huzurlu bir şekilde uyuyarak geçirdi. Sabah kendine bir simit alıp kahvelerin restaurantların olduğu kısımlara doğru ilerledi her yerde komi aranıyordu. Sakallı adamlarla dolu olan bir kahveye girdi, Hemen alındı işe yatacak ufak bir yerde verdiler sabahları çorba akşamları da yandaki lokantada kalan yemeklerden veriyorlardı keyfine diyecek yoktu...
5 Nisan 2012 Perşembe
At gibi KadıN
At uzun yeleleriyle rüzgarda koşarken çok özgür görünür, eti sıkıdır, bacaklarından çok gözleri güzeldir, seni topraktan ayırır rüzgarı hissettirir...
Senden iri olduğu için benliğine bi güven duygusu gelir vs.. at güzel bir hayvandır.
Erkekler de güzel kadın kavramını bi hayvana yapıştırmak arzusu içinde olduğu bi zaman dilimin de atı seçmişlerdir. Minyon tipli hatunlar içinde ceylan gibi derler.. Erkeğin kadın zevkine göre bir karşılık bulmuş, at gibi kadın (elde edilmesi zor imasını da barındırır içinde), ceylan gibi sekiyor (küçük minik şirin vs. ama güzel de) gibi.
Seçimler başarılıdır fakat benim bi hatun olarak kafamda anlam düşüklüğü yaratan, neden bir hayvanla benzeştirme yapılma isteği duyulduğudur...
Ben bi erkeği güzel bulduğum zaman "erkek be" derim, bi hayvan gelmez aklıma.
İnsanı gene bir insan olarak görmek istememden dolayı sanırım.. Hımm.
Sanırım gecenin bu saatin de feminist damarlarım daha genişliyor ? :)
Ve bu gece son sigaramı içerken beğendiğim erkek tipine uyan hayvanı düşünüyorum hangisi diye :)
GoriL ? Köpek ? Panda ? Leopar ?
Bulamıyorum...
At gibi kadın var, hatta çok var fakat insan görünümün de insanın erkek versiyonu, soyu tükenmekte olan beyaz balinalar cinsi gibi parmakla gösterilecek kadar olduğundan ve çoğu da kapılmış olduğundan zoraki olarak insan görünümün deki hayvanlarla yoluma devam edeceğim sanırım ;)
Bende şans olsa zaten... :)
4 Nisan 2012 Çarşamba
Şarkı
Çalan
şarkı çınlıyor kulaklarda.
Herkesin
önünde içkisi, başı aşağıda derin düşüncelerde...
Geçmiş
yıllarda yaşananlar gözlerinin önünde.
Süslü
tokasıyla şarkı söyleyen Latin kökenli bir kadın, kabarık bir elbisesi var.
Piyano
da zenci yaşlı uzun boylu, uzun parmaklı, alnı açılmış bir müzisyen gözlerini
kısıyor çalarken.
Fransızca
bir şarkı büyük ihtimal eski yaşanmış bir aşkı anlatıyor. Yaşanan aşk da geçen
güzel günleri, kötülükler unutulmaya çalışılıyor.
Bu
eski yıkılmak üzere gibi duran bar da ki herkes unutmayı deniyor.
Sessiz
bir sahil kasabası burası.
Fazla
kabalık olmayan bar da herkes içinden sözleri tekrarlıyor, kadının şarkısından
başka ses yok biten içkiler sorulmadan dolduruluyor. Kimse gürültüyü sevmiyor.
Fazla
gürültülü geçen uzun savaş yılları kulakları yıpratmış, kadının şarkısıyla
unutmaya çalışıyorlar kötü günleri.
Daha
önceki senelerde yaşadıkları, dokundukları kadınları düşünüyorlar.
Uzun
boylu, kirli sakallı ve iri yarı bir barmen işletiyor burasını.
Sol
bacağı aksıyor, bu yara hep o kadını hatırlatıyor ona. Hayatını önüne serdiği o
kadını.
Yaşıyor
olması için bir bacağını daha vermeye hazır olan yaşlı barmen.
Eski
denizcilerden ve askerlerden oluşan barın müşterilerine bakıyor, içkileri
kontrol ediyor gözleriyle.
Acısı
yüzünden okunuyor. Çok sevmiş o dalgalı saçlı kadını… Öldüğünde bile mezarlık
da kalmış haftalarca. Bir bıçak kalbinde çok derinlere batmış. O bıçak hala
orada sızlatmakta kalbini ara ara.
Hitler
yanlısı, Alman Casusu, dalgalı saçlı, narin ama iri gözlü, sert bakışlı ve ince
belli…
Vazgeçirmek
için çok uğraşmıştı ama tutkulu bir kadındı. Sadece onu sevmesini istemişti.
Dünya da yaşananlardan ayrı bir dünyaları olsun istiyordu ama yandaşları
tarafından öldürülmüştü…
Yıkılmıştı
duyduğu zaman barmen… Uzun bir süre ağlayamamıştı bile. Gecelerce arzuyla
dokunduğu, kıvrılıp kucağında uyuduğu kadın yaşamıyordu. İnanamadı uzun bir
yolu koşarak gitti. Ölü bedenini görmeden inanamayacaktı ama bu hırs, bu üzüntü
bacağından vurulmasına sebep oldu.
Seneler
sonra açmıştı bu barı. Adını da Zen koymuştu. Çünkü hiçbir zaman gerçek adını
merak etmemişti kadının. Merak ettiği başka şeylerdi zevkleri, bakışlarındaki
anlamı o da aynı şeyi hisseder miydi? Dokunurken...
Geçen
zaman o acıyı hafifletmemişti pek.
Bardaki
kime sorsan çok güzel bir kadını anlatırdı mutlaka. Yalnız geçen seneler,
unutulamayan zamanlar.
Şarkıyı
söyleyen kadın aynı şarkıyı belki defalarca söylüyordu ama kimse bıkmıyordu. Bu
kasvetli hava hiç bitmiyordu.
Barın
kapısı açılsa içeriye o dalgalı saçlarıyla gülümseyerek sevgilisi girse.
Doyasıya sarılsa dudaklarını hiç bırakmasa… Gözleri kapıya baktığında hep aynı
hayali kurardı barmen.
İşte
bu adamların düşündükleri kadınlar, istekleri, arzuları hep böyle bir erkeği
olsun istemişti şarkıcı ama hayatı hep yalnızdı. Şarkıdaki sözleri hep
düşlerinde yaşamıştı. Yaşı 45’e geliyordu. Bir sevdiği bir evi bir çocuğu hiç
olmamıştı. Tekrar dünyaya gelse belki seneler önce ona bu şarkıyı yazan adama
bir fırsat verirdi… Çok gençti o zamanlar bitmek bilmeyen bir hırsı vardı.
Büyük sahnelerde şarkı söylemek, gösterişli elbiseler giymek istiyordu. Ezdi
önüne çıkan bütün kır çiçeklerini. Düşünmemeye çalışıyordu bunları ama bu şarkı
ona yalnızlığını hatırlatıyordu ve bencilliğini…
Sonradan
anlaşılan hatalarla doluydu bu bar.
Sert
deniz rüzgarları bile pişmanlıkları alıp götüremiyordu. Çünkü çok derinlerdeydi
acılar.
Herkes
savaştan kötü anılara sahipken piyanist o uzun yılları hapis de geçirmişti.
Beklide onun daha kötü anıları vardı o dört duvarlar arasında. Havasız
kalmaktan daha kötüydü habersiz kalmak. Küçücük elleri vardı, gülerken şaşı
bakardı, süt kokan, dim dik saçlı kara gözlü kızı. Annesi alıp gitmişti.
Haklıydı, kim isterdi ki sabahlara kadar barlarda çalışan beş parasız kötü bir
müzisyeni? İçkisi, kumarı ve kadınlara zaafı vardı o yıllarda. İşte o sert
rüzgarların bu yaşananları alıp götürmesini isterdi ama aynı rüzgar ona kızını
da getirebilirdi belki.
Umutlar
hiç tükenmiyordu… Herkes bir mucize bekliyordu yada hikayenin bitmesini.
Cevaplanamayan
soru ise mutlu son mu ? Acı bir son mu?
Hikaye
gerçekçi mi olmalı? O zaman acı bir son bekliyordu…
Bugünlerin
üzerinden geçen uzun yapayalnız senelerden sonra bitmiş bedenler.
Tek
istedikleri düşüncelerin, pişmanlıkların, acılarında bedenleriyle bitmesiydi…
3 Nisan 2012 Salı
devamı yok sıkıldım artık bu konudan...
Neden ben mutlu değilim?
Böyle bir takıntım, beklentim arabeskim yok.
Mesele;
esas olan gerçek olan neyse ona yaklaşabilmek, bu durumda
mutluluk bir kriter değil bilmediğin bir yolda ilerlerken başına neler
geleceğini bilemezsin planlı hareket edemezsin, güçlü olmak zorundasındır,
iradeli olmak zorundasındır mutlu olmak zorunluluğun yoktur ki mutluluk “arayışım”
değil.
Bir de şu var” hikayemi herkes bilmiyor” ki;
bilmeleri de bir kriter değil, dert anlaşılmak değil. Standart
olarak gördüğüm, rakamı atıyorum yüzde 85’in içinde yer alan diğer insanlarla
ilgilenmiyorum. Derdim kendim bir başkası veya çoğul hali değil.
Fark’ın peşindeyim. Farkındalığın değil, standartın değil.
Farkındalık;
Piyasa da dolanan sayısı da çok olan bir ton farkındalık
kitapları.
Ben o kitapları izdivaç programların da sık rastlanan aşağıda
ki durumlarına benzetiyorum.
Kadın işkence görmüş resmen ağlıyor zırlıyor anlatıyor
derdini, yüreği acıyor, 10 dakikalık acıtasyon kıvamın da geçen program 12. Dakika
göbek havasıyla devam ediyor...
Kadına üzülüyorsun ve biliyorsun ki 10 dakika sonra kıvam
değişecek. Bu nedir şimdi?
Misal kadın 30 sene acıyla yaşamış bunu paylaşmış karşılığı
10 dakika ve herşey çözüme ulaşıyor J
Hisler bende öyle mi?
Ben bir adamı beğendiğim zaman veya yavrusuyla oynaşan bir
kedi gördüğüm zaman bundan alacağım haz 10 dakikamı? İşte mesele burada
insanlara 10 dakika yetiyor ve bana yetmiyor. Burada sorun başlıyor. Bir hatun
erkeği beğeniyor akabinde tanışmaya çalışıyor tanışıyor buluşuyor sevişiyor
veya sevişmiyor birkaç gün sonra sevişiyor gibi. Herşey tüketim çılgınlığına
girmiş gibi. Ne hissediliyorsa hemen yaşanmalı tüketilmeli. Hissetmek çok kolay
basit geliyor çoğu insana, işte burada bir sorun daha kendini gösteriyor, bende
öyle işlemiyor sistem.
İyi veya kötü, şiddet veya tepkisizlik, acı veya zevk mevzu
neyse duruma göre his kendini her dakika göstermiyor ve bir his içerisindeyken
ben onu tüketmek istemiyorum nereye kadar yaşayabileceksem o hissi tutuyorum
besliyorum içimde. Bu çekilen bir acı olsa bile. Hislerim her zaman çalışmıyor
kafasına göre, burada ironik olan bahsettiğim izdivaç programların da ki
insanlara hissiz denmesi. Asıl hissiz benim bana göre, aşık olamıyorum,
üzülemiyorum veya sevinemiyorum uzun zaman aralıkları olması gerekiyor bir
hissi yakalayabilmem veya hissedebilmem için. Katır gibi bir bünyem var sanırım,
fabrika hatası ya da.
Böyle olunca ne oluyor? Benim gibi zor rastlanan bir modeli
standarta sokmaya çabalamak nafile bir sonuç doğuruyor.
Her his benim için bir basamaktır. Acımı çekiyorum ben
bırakmam o acıyı. “Acı kötüdür kimse çekmek istemez” ben isterim çünkü
hissettiğim bir şey var iyi veya kötü içimi çizen anlam veremediğim bir acı
taşıyabildiğim yere kadar benimledir. Ona ait ne varsa emerim, her bilgiyi
kaydederim çünkü bilirim ben gömünce o hissi aynısı bir daha olmayacak.
Her his bir basamaktır bende, ya var olduğun basamaktasındır
ya bir üst basamağa çıkmak üzeresindir iniş yok çıkış vardır.
Kendi bünyemde kafamda dünyamda bir basamak daha
çıkılacaksa;
Ben istediğim zaman, var olduğum basamağın kafasından
sıkıldığım zaman, o basamağa dair aradığımı bulduğum zaman. İşte bilinmeyen yol
bir basamaktan diğerine niyetlendiğin ve eyleme geçtiğin an, çünkü;
Her basamağın kafası başka, doğruları başka, hayata duruşun,
bakışın başka. Her basamak da ki soluğun hava başka, iletişim de olduğun
beyinler başka.
Başka da başka, her basamak başka J
Herkesin bir hayat hikayesi var.
Ben basitim, sen basitsin o da basit herkes basit. Herkes aynı
aslın da çünkü; bir gruba dahiliz, en büyük grup; insanoğlu grubu..
Süper zeka değilim, insanoğlu grubundanım. Duygularım,
mantığım, egom, id’im, zevkim, huzur-aşk-şiddet-kıskançlık kelimelerine yüklediğim
kavramlar standart bilinen manalar değil.
Bu konular da konuşmayı da beceremem pek de sevmem, anlatma
özürlüyümdür biraz.
çünkü;
hissettiğim şeye karşılık bir kelime bulamam, cahilliğimden
değil, anlatılmak istenen şeye tam karşılık gelen bir kelime olmadığından ve
çoğunluk bu yüzden anlatmam. Anlatsam ne fayda göreceğim ki hem? Benim çözmem
gereken (bak anlatmak istediğim şey aslında çözülmesi gereken bir sorun değil, yine
kelime yok ona yakın düşen kelimeyle bir savaş halinde anlatımıma devam edicem)
neyse ya da edinmem gereken bilgi neyse bunu ben bulmalıyım egoyla alakalı
değil bu, ben bedenime bi duyguyu giydireceksem, benimseyeceksem seveceksem onu
o bilgiyi benim bulmam lazım gelir ki bedenime yakışsın, ruhuma yakışsın…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)